Üniversitedeyken okuldan çıktıktan sonra arkadaşlarımla gittiğim adı Gökkuşağı olan bir cafe vardı. 3-4 saatlik ders dinlemenin insanı ne kadar yorduğunu düşünürken soğuk Konya akşamlarını salep içerek ısıtırdık. Hayat güzel, kaygılarımız günü birlik şeylerdi. Okul bitince iş, güç, hayat telaşı tamam da daha mezun olmadık ki rahatlığı içinde geçerdi günlerimiz. Bazen bir kafa tatili verir derslere girmez kendimizi özlediğimiz yuvamızda bulur üniversitedeki tek başına yaşıyor olmanın sorumluluğunu askıya asar öyle girerdik baba evimizden içeri.
Bir gün bu rüya günler bitti ve hep birlikte açtık gözlerimizi. Kendimizi küçükken oynadığımız sapanın ucundaki taşlar gibi hayat nereye fırlatırsa orada bulduk. Çok uzaklarda kerpiç evler, seninle aynı kaderde çok farklı yerlerden gelmiş öğretmen arkadaşlar ve küçük çocuklardan oluşan yeni bir dünya…
Gerçek hayat diye tabir ettiğimiz bu yenidünya geleceğini bileceğimiz ama pek işimize gelmeyen misafir gibi çaldı kapımızı. Artık, öğretmeni olduğunuz bir okulunuz vardır. Haftanın her günü gidersiniz o minik dünyaya, kendinize merakla bakan gözler görürsünüz. Onlar her söylediğinizi anlamaya çalışır, sizde daha anlaşılır olmaya... Farklı dilleri konuşmanın verdiği zorlukla beceriksiz bir tiyatro oyuncusu gibi size yazılan rolü oynarsınız birlikte. Zaten uzaklardasınızdır. Köy yolları bozuk, şehre gitmek bir maceradır. Okulunuzun hizmetlisi eksik, materyalleriniz az, her gün gördüğünüz minikler alışkın olduğunuz gibi verdiklerinizi beklediğiniz hızda alamamaktadır. Eski hayatınızdaki akşam yürüyüşleri, hafta sonu sinemaları, birden bire çıkılan alışverişler de ulaşılması zor hayallerdir artık. Gel gör ki hayatınızdan bir şeyler eksilirken başka güzel şeyler doldurur o boşlukları. Hep birlikte içilen akşam çayları vardır, bir transit arabasına binilip eğlenerek gidilen yollar, ev arkadaşını iş yerinde görmenin huzuruyla o soğuk havada bir gülümseyişle içini ısıtmak vardır. Aynı kaderi paylaşıyor olmanın hediye ettiği kardeşlik vardır. Sana güvenip sınıfına gelen çocukların hem annesi, hem babası, okulunun hem müdürü, hem öğretmeni hem de temizlikçisi olabilmek, yaşadığın hayatı sahiplenip kendi imzanı hayatına atabilmek vardır. Artık her şeyin üzerine geldiği bir zaman öğrencinin daha önce binlerce kez anlattığın, fakat anlayamadığını düşündüğün cümleyi bir anda söyleyivermesinin mutluluğu vardır. Biz buralardan elbet gideceğiz, eninde sonunda o özlediğimiz merkezlere kavuşacağız. O zamana kadar yüreğimize kadar girebilen çocuklarımızın hayatını değiştirecek bize göre küçük onlara göre bir hayat demek olan dokunuşlarımızı onlardan eksik etmeyelim. Etmeyelim ki bir gün buralardan gittiğimizde ‘’ben görevimi yaptım’’ diyebilelim. Hayatın molası, ders ekmesi yok. Zorluklara da ettiğinden fazla yüz vermeyelim. Bir başarı hikayesi her şey elinde zaten varken yazılmaz. Urfa’ya yeni atanmış arkadaşlara sesleniyorum: Şimdiye kadar balıklı göle çoktan gitmişsinizdir, biliyorum. Ama bir kere daha gidip oranın maneviyatına kendinizi bırakarak soluyun o havayı. Göreceksiniz ‘’peygamberler şehrinde’’ olmak bir ayrıcalıktır. Son olarak ihtiyacınız olacağını düşündüğüm küçük bir hikâye… Herkese bol şans…’’Toprağa buğday veya nohut, fasulye ektiğinizde bunların çimlenmesi çok kısa sürer. 15 gün, bir ay veya en geç iki ay da filizlenip büyümeye başlar. Emek verenlerin hemen yüzlerini güldürürler.
Şimdi de Çin bambu ağacına gelelim. Bunun tohumunu toprağa dikiyorlar. Sulanıyor, gübreleniyor. Üç ay geçiyor, filizlenme yok. Yine sulanıyor, bakımı yapılıyor. Altı ay geçiyor, hâlâ filizlenme yok. Yine sulanıyor, bakımı yapılıyor. Filizlenme yok. Bir sene geçiyor, yine yok.
Çoğumuz bir sene geçtiği halde diktiğimiz şey filizlenmiyorsa bırakırız ve bakımından vazgeçeriz. "Demek ki bu yetişmeyecek!" deriz. Ama Çinliler sabırlı insanlar. Sabırlı oldukları, çok zahmetli iş olan ipek üretiminden belli.
Çin bambu ağacı bir yıl, iki yıl, üç yıl, dört yıl ve nihâyet beş yıl boyunca filizlenmiyor. Ama beşinci yılın sonunda tohum topraktan çıkıyor, filizleniyor. Çinliler tam beş yıl sabrediyorlar.
Peki, sonra ne oluyor biliyor musunuz? Altı haftada 27 metre uzuyor. Evet, yanlış okumadınız. 27 metre.
Şimdi şöyle bir düşünelim: Bu ağaç altı haftada mı büyüdü? Yoksa beş yıl + altı haftada mı?
Evet, sabır ve sebat öyle bir tılsımdır ki, kendini yenen kazanır, kendine yenilen kaybeder…’’
Görüşmek Dileğiyle Esen Kalın…